Dizin
Beyin, Bilinç, Budizm, Farkındalık, Meditasyon, Psikoloji, Sinirbilim, Zihin
Dalai Lama Kimdir?
Dalai Lama unvanı, yeniden doğuş yoluyla süregelen bir bilgelik soyunu temsil eder. Kelime anlamı Tibetçe'de bilgelik okyanusudur. Unvana sahip kişi Tibet Budizmi'nin en yüksek ruhani lideri ve Tibet halkının manevi rehberi olarak kabul edilir.
14. Dalai Lama olan Tenzin Gyatso, 1935 yılında Tibet'in Taktser köyünde doğdu. İki yaşındayken, 13. Dalai Lama'nın reenkarnasyonu olarak tanındı ve 1940'ta resmi olarak 14. Dalai Lama olarak tahta çıktı. 1950 yılında, henüz 15 yaşındayken, Çin'in Tibet'i işgaliyle karşı karşıya kaldı. 1959'da Tibet'teki bir ayaklanmanın ardından Hindistan'a sığındı ve o zamandan beri sürgünde yaşamaktadır.
Zihin & Yaşam Konferansları
Her ne kadar kitabın yazarı Dalai Lama olarak gözükse de aslında bir konferanstaki tartışmaların özetlenmiş kaydını içeriyor. 1987’de Zihin ve Yaşam Enstitüsü’nün kurulmasından sonra Budist felsefe ile modern bilimin etkileşimini keşfetmek için düzenlenen bu konferanslarda, zihin üzerine çalışan Doğulu ve Batılı araştırmacılar bir araya geldi. İnsan zihninin doğasını anlamayı amaçlayan bu sohbetlerde Dalai Lama, Budist meditasyon sırasında edindiği gözlemleri aktarırken sinirbilimciler ve psikologlar ise beyin üzerine yapılan bilimsel araştırmaların bulgularını sundu.
Bu noktada zihin felsefesi çalışmalarında Budizm’in yerinin ne olduğu sorusu akla gelebilir. Binlerce yıldır sürerek manevi açıdan yol gösterici bir kılavuz niteliğindeki bu dini öğreti, Batı akademisindeki tartışmalara neden ve nasıl konu olmuştur?
Geçtiğimiz kitap inceleme yazılarında konuğumuz olan John Searle’ün Bilincin Gizemi adlı kitabında vurgulandığı gibi, bilinç problemi Batı felsefesi içerisinde oldukça geç bir evrede ana tartışma haline geldi. Buna karşın Budizm, binlerce yıldır zihin eğitimi, bilinçli farkındalık ve meditasyon pratiği üzerine çalışıyor. Dolayısıyla Budist kaynaklarda zihnin ele alınma biçimi ve ona dair bulguları, bilim insanları için farklı perspektifler sunabilir.
Burada dikate değer bir farklılık yöntem konusunda görülür. Nitekim Budist pratiklere dayalı zihin araştırmaları, rasyonel-akılsal çıkarımlara dayalı olmaktan ziyade kişisel deneyim ve iç gözleme dayalıdır. Bu açıdan Budist felsefe, eğer bir felsefe denilebilirse, empirist gelenek içerisinde yer alacaktır. Budizm’in zihin araştırmaları konusunda takındığı deneysel tavır, bilimsel yöntemlerle uyumlu bir yaklaşım sunar. Bu yüzden meditasyon sırasındaki Budist keşişler deneylere konu olmuştur ve bu gibi pratiklerin beyin üzerindeki etkilerini nörogörüntüleme ve diğer biyolojik ölçüm teknikleriyle incelemeye alınmıştır. Yine de bu noktada içsel zihinsel yaşantının bilimsel ölçüme ne derece konu olabileceği tartışmalıdır. Dalai Lama da keza bu konuya dair sayfa 146’da şöyle diyor:
“Farkındalığın fiziksel temelini veya yerini saptamak zor olsa da farkındalık belki de beynimizde saklı olan en değerli şeydir ve tek başına bireyin hissedebileceği ve deneyimleyebileceği bir şeydir. Her birimiz ona fazlasıyla değer veririz ama yine de özeldir.” (Sayfa 146)
Deneyimin öznel niteliğine rağmen, Budist zihin araştırmalarının Batı felsefesindeki sorgulamalara olası katkısını tartışmak adına böylesi konferanslar yapılmış olması oldukça hoş. Keza Budizm, Batı felsefesinde de tartışılan benlik kavramı konusunda da ilgi çekici bir yaklaşım sunar. Budist felsefe, benlik kavramını sorgular ve geçici, sürekli değişen bir süreç olarak görür. Daha doğrusu gerçek Varlık’a kıyasla benlik, zihnin yarattığı bir yanılsamadır.
Dahası, Budist meditasyon ve farkındalık uygulamaları, stres yönetimi, depresyon ve anksiyete gibi zihinsel sağlık sorunlarının tedavisinde etkilidir. Bu nedenle psikologlar ve psikiyatrlar, kimi Budist teknikleri terapi yöntemlerine entegre etmiştir.
Tüm bu nedenlerle Budizm ve Batılı zihin felsefesi arasında bir diyalog yaşanmaktadır.
Kitabı Neden Okudum?
Dalai Lama’nın bu konferanslar sırasında söylediği ve akabinde geniş ölçekte tartışma konusu olan “Bir gün Budizm ile bilim çelişirse, Budizm kendisini yenilemek zorunda kalacaktır.” sözünü duyduğumda şaşkınlığa uğramıştım.
Nitekim dini öğretiler kendilerini bilimsel gelişmelere göre şekillendirmezler; elbette bilimsel bulguların dini metinlerle birlikte ortak okumasını yapmak ve mevcut yorumları gözden geçirmek söz konusu olabilir. Fakat söz konusu din olduğunda ondan beklediğimiz değişkenlik değil; aksine, mutlakiyettir.
Dini öğretiler, apriori önkabullerdir. Bu önkabuller kimi zaman deney aracılığıyla doğrulanabilir fakat onların geçerliliği vahye dayalı kutsal metin aracılığıyla sağlanır. Bu açıdan dini öğretilerin bilimsel bulgularla çeliştiği durumda kişiler bilimsel bulguların yetersiz/yanlış olduğunu düşünebilir, onları uyumlu hale getirmek adına yorumlamalarda bulunabilir ya da Galileo gibi biliminsanlarının vurguladığı gibi, bilimsel öğretilerin farklı bir yoldan dini öğretiler ile aynı sonuca ulaşacağını umabilir. Ama bilimin, dini şekillendirmek için bir kılavuz olması beklenemez.
Buna karşın Tibet’in ruhani lideri Dalai Lama’nın sözünü dikkate aldığımızda birbirinden farklı sorular türemeye başlar:
Budizm, bir din midir? Eğer ki bilimsel gelişmelere bağlı olarak öğretileri kendisini yenileyecek ve geliştirecekse, geleneksel anlamda bir dinin sahip olması gereken nitelikleri içerdiğini söyleyebilir miyiz?
Sorgulanamaz, değiştirilemez, dogmatik öğretilere iman etmeyi gerektirmeyen, hatta sahip olduğumuz bütün varsayım ve inançları askıya almamız gerektiğini söyleyen bir dini yapılanmadan söz edebilir miyiz?
Birinci sorunun yanıtı antropolojik, sosyolojik, teolojik pek çok bağlamda tartılması gereken, bana kalırsa en temelde, terminolojik bir konu. Buna karşın ikinci sorunun yanıtı ise daha ilgi çekici. Nitekim günümüzde seküler insanın düştüğü manevi tatminsizlik hissinin giderilmesi konusunda bize yeni olanaklar sunabilir. İnançsız-inanç, koşulsuz imanı gerektirmeyen sorgulanabilir din mümkün mü?
Budizm ve Sinirbilim adlı kitabın 61. sayfasında Dalai Lama’nın da söylediği gibi,
“Batı bilimi ile Budist felsefesi arasında, ikisinin de mutlak veya yüzde yüz inançla ilgilenmemesi bakımından bazı benzerlikler var.”
Kitaba ilişkin bende asıl merak uyandıran bu gibi sorgulamalar oldu.
Ne Okudum?
Zihin ve Yaşam Konferanslarına katılan bilim insanları arasında, Patricia Churchland, Antonio Damasio, Francisco Varela, Richard Davidson, Antoine Lutz, Evan Thompson, Tania Singer, Matthieu Ricard, Alan Wallace gibi nörobilim, biyoloji, psikoloji, felsefe ve tıp gibi çeşitli alanlardan araştırmacılar yer almış. Bütün kitap konferansın oturumlarında yaşanan karşılıklı diyalogları aktarmak üzerine kurulu. Dolayısıyla okurken gözünüzde heyecanlı bir felsefi tartışmayı izler gibi hissediyorsunuz.
Tartışmanın içeriğini belirli başlı notlar haline getirmek gerekirse, taraflar arasındaki en önemli ortak nokta düalizmin yanlışlığı meselesi idi. Nitekim hem nörofelsefeden Patricia Churchland gibi araştırmacılar hem de Budist araştırmacılar düalizmin kesin olarak yanlışlanmış bir görüş olduğunu düşünüyorlar. Bu fikre kitaba bağlı kalarak yakından bakalım.
1. Düalizme Karşı Budizm ve Sinirbilim
Şöyle diyor Patricia Churchland:
“Düalizmin muhtemelen yanlış olduğuna inanmak için geçerli nedenler var. En önemli nedenlerden biri de psikolojik durumlar ile gözlemleyebildiğimiz beyin durumlarındaki değişiklikler arasındaki bağımlılıkla ilgilidir. Gerçekten de, psikolojik durumlar ile beyin durumları arasındaki ilişki muhtemelen bir özdeşlik ilişkisidir.” (Sayfa 32)
“Beyin zarının belirli bölgelerine verilen hasar, insan algısı, tanıma ve dil üzerinde kesin ve öngörülebilir etkilere sahip olduğunu kanıtlıyor.” (Sayfa 69)
“Depresif bozukluklar geliştiren bazı kişilerin bunu yapmak için genetik bir savunmasızlığı miras aldıklarını biliyoruz veya en azından buna dair ciddi şüphelerimiz var.” (Sayfa 158)
Aralarındaki ilişkinin özdeşlik ilişkisi olduğu ifadesi her ne kadar tartışmalı olsa da, aralarında bir ilişki olduğu konusunda oldukça haklı gözüküyor. Yine de nörofelsefede bütün büyük sorular açığa kavuşturulmuş değil. Patricia Churchland’ın söylediği gibi; “Beynin bu tür işlevleri karakteristik olarak bütünleştirici tarzında nasıl gerçekleştirdiğini gerçekten anlamıyoruz.” (Sayfa 171)
Diğer yandan Budizm’e geldiğimizde bu yaşamsal pratiğin gerek kozmoloji gerek tanrı gerek madde konusunda fikir beyan etmek konusunda şüpheci bir tutum sergilemesine karşın, kesinkes bildirdiği tek bir şey vardır, birlik -yani bilincin birliği.
Budizm en temelde Batı’da Hinduzim olarak adlandırdığımız dini pratik ve öğretilerin eleştirel bir koludur, onu Hint kültürü içerisindeki bir aydınlanma hareketi olarak da görebiliriz. Nitkeim Hint mitolojisindeki, ruhani, öte dünyacı bütün açıklama modellerini bir kenara bırakarak kişiye kendi deneyimlerine odaklanmasını söyler. Yine de söz konusu varlığın birliği vs çokluğu olduğunda Budizm, Hindu inanışlarındaki Brahman, her şeyin nedeni ve bir açıdan her şey olan tek gerçekliği kabul eder. Bireysel olan brahman’dan türemiştir ve yine ona dönecektir.
Hem Hinduizm hem Budizm’de aydınlanma zaten düalizmin olmadığının farkında varmaktır, birliğe uyanmak olarak da tercüme edebiliriz. Vedic metinlerde de denildiği gibi, Ben o’yum diyen aydınlanır. (…) Kim bir tanrıya, bu ayrı ben ayrıyım diye tapınırsa hiçbir şey bilmiyor demektir.
Dolayısıyla düalizmin reddi olarak monizm (bircilik) ortak bir fikirdir.
2. Nesnel Dünyanın Öznelliği
Şimdi biliyorsunuz ki bir kişi var ama indirgemeci bir şekilde araştırırsak o kişi nerede ve nedir? (Sayfa 176)
Tam da bu noktada Budizm’in özgül katkısı başlıyor, Dalai Lama söz konusu farkındalık, benlik, hatta nesnelere ilişkin kavramsal yaklaşımımıza yakından bakmak söz konusu olduğunda elimizde kalan tek bir şey olduğunu söyler, boşluk.
“Budistlerde kullanılan indirgemeci bir yaklaşım vardır ki bunda benliği bulamazsınız, yani sadece boşluk bulursunuz. İçsel bir benliğin yokluğu boşluktur ve boşluk, fark edilmesi gereken bir şeydir.” (Sayfa 177)
Gerek benliğin, gerek etrafımızdaki dünyayı anlamlandırmak ve iletişimi mümkün kılmak için kullandığımız nesnelerin, özünde beden ve zihinle ilgili kavramsal bir tanımları vardır. Bunlar bağımlı varlıklardır, hatta gerçekte var değildir; zihnin çevresindeki dünyayı anlamlandırmak adına yarattığı kurmaca yapılardır. Bize deneyimlediğimiz masa, taş, sehpa gibi tekil nesneler var gibi gelir. Dahası tek tek deneyimlerimize eşlik eden bir ben bilincimiz vardır. Masaya dokunduğunuzda yaşadığınız deneyim, bir yemeği kokladığınızda yaşadığınız deneyim, özetle nesnel dünyaya dair tüm algılarımız bizde zihinsel içsel bir deneyimler yaratır ve bu deneyimler bize apaçıktır, dolayısıyla var olduklarından emin olabileceğimiz tek şey muhtemelen budur.
Fakat Budizm okumalarımda her defasında kulağıma çalınan bir isim var, George Berkeley. Ona göre 'duyular yoluyla bizler sadece kendi duyumlarımıza, idelerimize veya duyuyla aracısız algılanan şeylere dair bilgi ediniriz' (İnsan Bilgisinin İlkeleri, s.73). Dolayısıyla taş, masa, yemek ve her neden bahsediyorsak bahsedelim, maddeye dair tek bildiğimiz şey maddenin kendisi değil; bizdeki alımlanışı yani deneyimidir. Berkeley buradan varolmanın zaten algılanmış olmayı gerektirdiği sonucuna ulaşarak, zihni maddeye önceler ve maddenin varlığını zihne tabii kılar.
Maddenin gerçekte olmadığı, hakkında konuşulamaz, olmayan, hiçbir şey olduğu sonucu bana Budizm’in fiziksel dünya hakkındaki kavrayışını anımsatıyor. Yukarıda alıntıladığım Churchland’ın sözünün kapsamını değiştirirsek sadece kişi değil; bir araba için de aynı soruyu sorabiliriz. Arabaya baktığımızda daimi olarak onu oluşturan ufak parçalar görürüz. Jantlar, kaporta, vidalar, camlar, lastikler ve diğerleri. Peki bir araba nerededir?
Sağduyuya en yakın açıklama, arabanın zaten tüm bu parçaların birlikte kurgulanışında yani algılanışında olduğunu söyler. Kant felsefesini selamlayarak basitçe şöyle de denebilir, araba, zaten duyusal verilerin tutularak akıl tarafından işlenmesi sonucunda ortaya çıkan bir yargıdır. Bu bağlamda hem deneyime konu olan dışsal dünya hem de bu deneyimi mümkün ve anlamlı haline getiren zihinsel bir yapıdan söz etmeye başlarız.
Budist pratikler de, dünyanın kendisinde ne olduğu veya madde üzerine objektif araştırmaları bir kenara bırakmayı salık verir. Zihnin dışında bir dünya var mıdır? Tanrı var mıdır? Evren neden vardır? Bilemeyiz. Buda bu açıdan felsefi skeptik/ şüpheci olarak görülebilir. Tam da bu sebeple Budizm’i ateist olarak nitelendirenler de olmuştur. Bugüne dek ortaya attığımız ve atacağımız tüm yanıtlar insanın sınırlı kapasitesi yarattığı kurgulardır.
Budizm ve sinirbilim arasındaki ikinci ortak nokta bana kalırsa bu agnostik ateist ya da felsefi şüpheci tutum oldu.
3. Agnostik Ateist Bir Din…
Farklı biliminsanlarının beyin nasıl oluyor da bilince neden oluyor sorusuna yönelik tartışmaları sırasında Antonio Damasio, bazı şeylerin öz örgütlenme süreçleriyle ortaya çıkmış olması mümkün olabileceğini söyler. “Kendimize de dahil olmak üzere tüm yaşam formları kendi kendini organize eder.” (Sayfa 67) O bilinç gibi gayri maddi varlıkların biyolojik sürecin sonunda belirme ihtimalinden bahsederken nedenleri anlamaya çalışır.
Buna karşın Dalai Lama şöyle diyor;
Yani değişime tabi olan bu olgulara bakabiliriz ve başlangıçlarına geri dönüp sorabiliriz: Bu bir nedene bağlı olarak mı yoksa hiçbir nedene bağlı olmadan mı ortaya çıktı? Neden den ortaya çıkmanın doğasını gösteren olguları kabul edersek ve sonra nedensiz olmadığını bir başlangıç aşaması koyarsak bu tutarsız ve kabul edilmesi çok zor olacaktır. Nasıl olur da birdenbire, her şeyin önceden bir sebep olmaksızın gerçekleştiğini söyleyebilirsiniz? Bir şeyin şimdi nedene bağlı olma niteliğini gösterdiğini iddia ederken aynı zamanda başlangıçta hiçbir neden olmadığını iddia etmekle mantıksal bir tutarsızlık vardır.
Diğer felsefi sistemlerin asıl nedenin Tanrı olduğunu iddia ettiği yerde, Buda nihai nedenlerin olmadığını öne sürdü: Dünya başlangıçsızdır. O zaman soru şu olurdu: Neden başlangıçsız? Ve cevap, işin doğası böyledir. Hiçbir sebep yoktur. (Sayfa 63)
Bu noktada yapılacak tek şey insan için apaçık olan kendi zihinsel deneyimlerine dönmek, onları izlemek ve hatta onların birkaç adım gerisine çekilerek bu benlik algısı içeren zihinsel akışın dahi gerçek olmadığını görmektir.
4. Budizm, İdealizm mi Nötral Monizm mi?
Budizm’de ruh denen bir şey ya da bilinç denen bir şey, beyinden bağımsız olarak var olan bir şey olduğu iddiası yoktur. Beyinden bağımsız, beyine bağlı diye bir şey yoktur fakat daha ziyade bilinç, çok yönlü bir olaylar matrisi olarak anlaşılır. Bazıları tamamen beyine bağlıdır ve spektrumun diğer ucunda bazıları tamamen beyinden bağımsızdır. Akıl ve ruh diye bir şey yoktur. (Sayfa 48)
Dalai Lama ve sinirbilimciler varlığın doğası meselesini ele alırken terminolojik bir engele takılıyorlar. Buna karşın ince bilince ait varlık gibi ifadeleri yorumlayarak şunu söyleyebilirim, Dalai Lama’nın anlatımı ile Budizm’in varlık yaklaşımımın idealist bir anlayışa yakın olduğunu söyleyebiliriz. Fakat bu anlayış, geleneksel anlamda Berkeley’de gördüğümüz immateryalist (maddesiz) bir idealizm değildir. Maddeyi veya fiziksel evreni reddetmez. Burada fiziksel ve zihinsel olan arasında mantıksal öncelik ve daha ziyade, birinin diğerini mümkün kılan neden olarak varlığı söz konusudur.
İdealist düşünürün merkezdeki iddiası, fiziksel nesnelerin zihinlerden bağımsız var olmadıklarıdır. Zihinler var olmasaydı fiziksel nesne dediklerimiz de var olamazdı.
— Stephen Priest
Daha çok çağdaş idealist düşünürler Bernard Bosanquet veya Thomas Hill Green’de rastladığımız fiziksel dünyanın olabileceği ama bunun esasen zihinsel deneyimin bir sonucu olduğu fikrini anımsatmaktadır Budizm. Fiziksel olan her şeyin deneyim dünyasının bir bileşeninden başka bir şey olmadığını savunulur. Sınırlı zihinlerin deneyimlediği fiziksel evren bu deneyimden bağımsız var olmaz.1
Son Söz
Kitabın yazarı Dalai Lama gibi gözükse de bunun en temelde bir konferansta yaşanan tartışmalar olduğunu unutmamak gerekiyor. Dahası, Dalai Lama’nın konuşmaları kitapta oldukça küçük bir hacimde kalıyor. Yani genellikle biliminsanlarının Dalai Lama’nın sorularına olan yanıtlarını görüyoruz. Bu noktada Dalai Lama’nın buyurgan bir tarzda dini öğretileri dikte etmek yerine meraklı bir çocuk gibi davranması her ne kadar sempatimi kazansa da kitap Budizm’in konuya dair görüşlerini etraflıca anlamak için yetersiz. Ben alıntı / italik olmayan tüm kısımlarda kendi okumalarımdan edindiğim bilgileri ekledim.
Benim Budizm’e merak sarmamı sağlayan faktörlerin başında da bu gibi şüpheci, agnostik, ateist, imanı gerektirmeyen, kişiyi kendi düşünce-duygu-davranışlarından sorumlu tutan etik bir yaşam kılavuzu olma niteliği vardı.
Fakat Nepal, Tayland, Japonya’daki seyahatlerimde Budizm’in de farklı kültürel arka planlarda bambaşka şekilde yaşanabileceğini gördüm. Nitekim orada tüm ritüelleri ve yapılanmalarıyla klasik anlamda bir din olarak yaşanıyor. Dolayısıyla söz konusu binlerce senedir süren ve milyonlarca insanın takipçisi olduğu Budizm oluğunda da “Hangi Budizm?” diye sormak gerekiyor. Epey kapsamlı, farklı ekol ve pratikleri içeren kolları olduğunu akılda tutmakta fayda var.
Künye
Dalai Lama. Budizm ve Sinirbilim. Çev. Cemal Can Tarımcıoğlu. Destek Yayınları, 2023.
Konuya dair detaylı bir anlatım için Stephen Priest’ın Zihin Üzerine Teoriler adlı kitabına bakabilirsiniz.
Berkeley deyince aklıma hep iki şey gelir; biri N.Hikmet'in Behey Berkeley diye başlayan şiiri, diğeri kendi sözü 'ben varsam dünya var, ben yoksam dünya yok'. Bu idealizmin başat cümlelerinden. Ben maddenin zihni öncelediğini düşünürüm, yani fiziksel nesne olmasa idi zihinde var olmazdı..tıpkı beyin olmadan zihnin de olmaması gibi ve aralarında bir bağlantısızlık olamaz gibi geliyor bana..Bir de batının (neredeyse) ilk budist filozofu Schopenhauer'u hatırladım özetinizi okurken. Teşekkür ederim.