2 Comments

Bu kısa ve etkili metin, bir önceki, (kendini sürekli suçlayan, dikkati, dolayısıyla yaşamı çalınan insanın öyküsümü anlatan) ‘Çalınan Dikkat’in adeta teorisini serimliyor. ‘Yorgunluk Toplumu’ geç modern toplumun maruz kaldıkları ile ortaya çıkmış sıkışmaları, biyolojik söylem üzerinden ‘hastalıklarını’ (patolojik manzaralarını) apaçık görünür kılan, sağlam ve yoğun bir metin. Ama bu kısacık *metinde eskimiş sözcüklere, dolayısıyla çevirmene sataşmak istiyorum. Analitik bir okuma yaptım ve tek tek saydım eskimiş Osmanlıca, Farsca, Arapça sözcükleri, tam 50 adet (temayüz, sadır, sahih, tecessüm, tahavvül, esirikli, massetmek, ifrat, teşmil, tahkimat….diye gidiyor). Bu kelimelerin neredeyse tamamını karşılayan, kapsayan ve metnin bütünlüğü bozmayacak çağdaş Türkçe kelimeler varken bu kelimeleri kullanmak metni kesintiye uğratıyor bence. Sonuçta A.Hamdi Tanpınar okumuyoruz. (*Açılım yayın evi, 6.baskı, 2020, Türkçesi: Samet Yalçın).

Buradan çıkmadan B.C.Han’ın dokunduğu, destek aldığı veya eleştirdiği filozof ve yazarları da buradan sıralayayım; J.Baudrillard, M.Foucault, A.Ehrenberg, Nietzsche, W.Benjamin, H.Arendt, M.Heidegger, M-Ponty, Cicero, G.W.F.Hegel, J.P.Sartre, I.Kant, E.Levinas, G.Deleuze, P.Handkle, H.Melville, Kafka. Buda metnin ne kadar zengin ve verimli olduğunun bir işareti.

‘İnsanın yalnızca pozitif gücü olsaydı nesnelerle tamamıyla edilgen şekilde teslim olurdu. Hiperaktivite, _özgür edimi kabul etmeyen_paradoksal olarak aşırı edilgen bir eylem formudur.’ Yazar burada bence, yorgunluk toplumunu oluşturan öznenin nesne ile kurabileceği başkalık ve yabancılık olgusallığını dolayımlayarak kurduğu negatif diyalektik ilişkiyi askıya alarak, adeta ‘kendini korumaya’ almak istiyor. Başkalık ve yabancılık askıya alındığında ise 'aynı'lıktan doğan daha büyük ve tehlikeli bir şiddetle karşı karşıya kalıyor. Sistem içerisindeki ‘aynen aynen’ (aynılığın aşırılığı gibi) obezliğinin hepimiz farkına varıyoruz. Hatta dilimize pelesenk olmuş bu tekrar, yani pozitifliğin gücünün simgesi ile birlikte bilincimiz sinirsel boşalmalara; depresyon, dikkat eksikliği, hiper aktiflik, tükenmişlik sendromu, şeklinde bedenimizde semptomlar veriyor. Bunlar biyolojik söylemle normal bir bedenin vereceği immünolojik reaksiyonlar değil. Özne-nesne çatışmasında büyük şiddetlere karşı küçük şiddetlerle korunmaya çalışırken (örneğin aşı gibi) yorgunluk toplumunda post imminolojik tepkiler, daha doğrusu tepkisizlikler bireyi depresyona ve eylemsizliğe sokuyor. Yazara göre ‘’depresyon, geç modern insanın kendi olmak hususundaki başarısızlığının patalojik bir dışa vurumu'.

Depresif insan ise kendi kendini sömüren animal laboranstır.’’

Bu gerçekten çok etkileyici bir tespit. Kendi kendini sömürmek!

Kendisini sömürmenin başkasını sömürmekten daha verimli hale gelmesi durumu gerçekten doğru bir teşhis gibi geldi bana.

Marks’ta iki sınıftan söz edilirdi, sömüren ve sömürülen.

Hegel’de efendi ve köle vardı, burada efendi de köle de kendi kendini sömürüyor. Marks ve Hegel bu duruma ve tespite ne derdi acaba? Bu iki büyüğün şahane açılımlar yapacağına eminim ama aramızda değiller :(

İktidar tarafından kontrol altına alınmış alanlar (hastaneler, fabrikalar, tımarhaneler, kışlalar) artık yerini fitness salonlarına, avm’lere, cam kulelerdeki ofislere, havaalanlarına, gen labo’larına dönüştürmüş durumda. Kontrol toplumundan caniler, ‘deli’ler çıkarken, sınırların belirginsizleştiği, proje, girişim, motivasyon sarmalındaki, performans baskısından yılmış, yorgunluk toplumunda ancak depresyona yenilmiş, psişik hastalıklı bireyler çıkıyor. Buda iyi tespit. Adeta Foucault’u zekice sürdürüyor B.C.Han.

Kitabın III. Bölümünde yine dikkatimi çeken bir ‘hal’den bahsediyor B.C.Han; ‘multitask’ ile, vahşi doğada hayvanın hayatta kalma işini karşılaştırması ve benzetmesi, dikkatin yapısal dönüşümünün insan toplumunu sürekli (hem av, hem avcı konumundaki hayvana yaklaştırması) tehlikeli gidişatın habercisi adeta. İnsanlaşmaya çalışken hayvanlaşmaya başladığımızın hali bu…Oysa insan odaklanmalı, dikkatini toplamalı, derin bir dinlemeye, derin bir gözleme, hatta derin bir sıkıntıya girmeli ve kendine yoğunlaşmalı. Yoğunlaşmalıki etrafında olan bitenin farkına varabilsin. Bu son derece insani değil mi? Tıpkı öfke gibi.

Oysa o kadar pozitifleştik ki öfkelenmiyoruz bile. Patlama noktasında gelmiş egoyla donatıldık, gerçekliğin kendisine karşı yitirilen inanç etrafımızdaki adaletsizliklere, yozlaşmaya, talana öfkelenmek ve tepki vermemizi engelliyor. Yapabildiğimiz kendimizi depresyona sokmak. Kendi kendimizi hasta ediyoruz. Sinir bozuklukları, huzursuzluklar, geçicilik hissi katkısız, değerlerin içini boşalttığımız çok 'meşgul' (zamansız) bir yaşama sürüklüyor bizleri. ‘ gelecek uzatılmış şimdiye kısaltılmıştır’ diyor yazar yaşam için.

Hayretin yerini modern Kartezyen şüphe aldı diyor B.C.Han. Bende Aristoteles’i anayım; insan insanlaşma sürecini merak ve hayret duygusu kurar ve ilerletir minvalinde bir sözü vardı, hatta felsefenin bu iki duygudan doğduğunu bizlere söylemişti. Ne kadar haklı büyük filozof..

Bartleby sendoromu da ilginç; ‘I would prefer NOT to’ , yoklukta bir varoluş şekli ile şikâyet ettiğimiz hiçbir şeyi düzeltemeyiz.

Bu ‘umutsuzluğa kapılmaya fazlasıyla düşkünlük’ halinden silkinip kurtulmalıyız.

Dünyaya insanlığa güvenen kökten/egosuz bir yorgunluk bir eylemsizlik hali değildir. ‘Ben’deki azalma dünyanın çoğalmasını dışarı çıkarır’….

Artık dışarı çıkma zamanıdır.

Expand full comment

...bu arada ilginç bir keşif yaptım; 16.yy'da yaşamış Etienne La Boetie adlı filozof bu konuya değinmiş.. B.C.Han'ın 'kendi kendi sömüren...' öznesi, Boetie'de 'gönüllü kulluk' şeklinde işlenmiş..600 yıllık farka rağmen içerik değişmemiş...sonuçta iki düşünürde bunun politik sonuçlarının farkındaydı...arzu ederseniz, Felsefeyleyde oldukça ilgili Sosyolog akademisyen Güney Çeğin'in (radikal politika) kısa ama etkili y-tube videosunu izleyebilirsiniz....sevgiler

Expand full comment