Merhaba,
Kulübümüzün beşinci kitabı olan Schopenhauer’dan Yaşam Bilgeliği Üzerine Aforizmalar üzerine okumalarınız umarım keyifli geçiyordur. Bu sayıda kitapta benim altını çizdiğim, online buluşmada üzerine tartışmak istediğim noktaları sizinle paylaşmak istiyorum.
🙌🏻 27 Ocak Pazartesi günü saat 21:00’de kitaba dair online toplantı gerçekleştireceğiz. Bu canlı oturuma katılabilmek için ücretli üye olmanız gerekiyor, aşağıdaki sekme aracılığıyla üyeliğinizi yükseltebilirsiniz. Böylelikle tüm eski yazılara, online buluşmaların video kayıtlarına ve üyelere özel sohbet odasına erişebilirsiniz.
Şimdi gelelim ayın kitabına…
1788 - 1860 yılları arasında yaşayan Alman filozof Arthur Schopenhauer, kötümser bir filozof olmasıyla ünlüdür. Hıristiyanlığı sevmez; Hinduizm ve Budizm gibi Vedik kültürden türeyen inanç sistemlerine sempati duyar. Bu yüzden odasında Kant büstünün yanı sıra bir de Buda heykeli yer alır. Onun Hint düşüncesine olan ilgisinin kurmaya çalıştığı metafizik sistem ile kökenden ilişkisi vardır. Bu ilişkiyi bu bültende yer yer açmaya çalışacağız. Ama önce kitaba yakından bakalım.
Kitabın Tarihi: Bir ‘Çıkış’ Arayışı
Schopenhauer, Yaşam Bilgeliği Üzerine Aforizmalar (original adıyla Aphorismen zur Lebensweisheit) adlı metnini, 1851 yılında yayımlanan Parerga ve Paralipomena adlı geniş bir derlemenin bir parçası olarak kaleme aldı. “Ek işler” anlamına gelen "Parerga" başlığının ima ettiği gibi, bu eser Schopenhauer’ın asıl felsefi yapıtlarına ek olarak tasarlanmıştı. Fakat ironik biçimde onu geniş kitlelere tanıtan ve bir tür geç dönem popülaritesi kazandıran tam da bu yan işler oldu.
Yaşam Bilgeliği Üzerine Aforizmalar, sistematik bir felsefi metin değil; Schopenhauer’ın hayat ve insan doğasına dair kişisel gözlemlerini, ahlaktan ziyade pragmatik bir temele dayandırarak hazırladığı bir rehber. niteliğinde. Öyle ki, burada Schopenhauer’ı neredeyse bir tür yaşam koçu olarak görebiliriz, tabii onun kadar karamsar bir koç arıyorsanız…
“Sana görünen defne çelengi, mutluluktan çok acının işareti.”
— Goethe, Aktaran Schopenhauer
Schopenhauer 101
Schopenhauer, genç yaşta Immanuel Kant’ın felsefesiyle derin bir ilişki kurdu; ancak Kant’ı birebir takip etmek yerine onun epistemolojisini Hindistan ve Uzak Doğu mistisizmiyle harmanladı. Böylece Batı’nın klasik “akıl rehberliğinde aydınlanma” ideallerini yerle bir ederek daha varoluşsal bir dünya görüşü sundu.
Öncelikle Schopenhauer’ın felsefesinin kökenlerini anlamak için hem Kant’ın onun üzerindeki etkisini hem de Hinduizm ve Uzak Doğu mistisizmine olan ilgisini ayrı ayrı incelememiz gerekiyor. Bu iki unsur, Schopenhauer’ın özgün dünya görüşünü şekillendiren temel yapı taşları olarak görülebilir ve Batı felsefesinin klasik çizgisinden nasıl saptığını anlamamızı sağlar. Tam da bu sebeple ayın kitabının yanı sıra elinizin altında olmasının faydalı olabileceğini düşündüğüm bir ek okuma önermiştim; Upanişadlar. Upanişadları layığıyla okuyarak katman katman açmak, eh, aylar sürer. Bu yüzden bu önerim, sadece bir göz atma seviyesinde görülmüştür umarım. Aşağıya ondan bazı alıntılar yerleştirdim, böylelikle Schopenhauer felsefesi ile paralellikleri yüzeysel de olsa görülebilir. Maksadımız Upanişadların çevirisini eline alan Schopenhauer’un nasıl heyecanlanmış olabileceğini hayal etmek… Aradığı ruhu binlerce kilometre ötede buluyor.
Kant’ın Schopenhauer Üzerindeki Etkisi
Schopenhauer’ın düşüncesini kavrayabilmek için onun Kant felsefesine olan borcunu kabul etmek gerekir. Özellikle Kant’ın Kritik der reinen Vernunft (Saf Aklın Eleştirisi) adlı eserinde sunduğu epistemoloji, Schopenhauer için bir sıçrama noktası olur. Nitekim Kant’ın temel fikirlerinden bazıları Schopenhauer’ın sistemine doğrudan taşınır:
💡 Fenomen ve Numen Ayrımı:
Kant, bilincimizin dünyayı “fenomenler” (göründükleri şekliyle) üzerinden deneyimlediğini, ancak “numen” (şeylerin kendisi) olarak gerçekte ne olduklarını asla bilemeyeceğimizi ileri sürerek deyim yerindeyse felsefeyi aşılması mümkün olmayan bir çıkmaza sürükledi.
Kant’a göre, “kendinde şey” (noumenon), insan aklının ve duyularının dışında var olan, ancak doğrudan deneyimlenemeyen gerçekliktir. Biz dünyayı yalnızca fenomenler aracılığıyla biliriz— yani duyusal algılarımız ve zihnimizin kategorileri (örneğin zaman, mekân, nedensellik) dünyayı şekillendirir. Ancak fenomenlerin ardında, zihnimizin biçimlendirmediği bir gerçeklik (kendinde şey) vardır.
Kant bu noktada bilinemezliği vurgular. Kendinde şeyin ne olduğunu asla bilemeyiz, çünkü onu yalnızca zihinsel kategorilerimiz aracılığıyla kavrayabiliriz. Dolayısıyla bildiğimiz nesneler dünyası, öznenin kendi yetilerince damgalanmıştır. Bu yüzden Kant, kendinde şeyin nesnel mi, öznel mi olduğu konusunda doğrudan bir iddiada bulunmaz. Genel olarak kendinde şey, “bizden/zihinden bağımsız” bir gerçeklik olarak kabul edilir. Aksi takdirde gerçekliğin zihnimiz tarafından yaratıldığı bir idealizm’den kaçış olmayacaktı.
Schopenhauer, Kant’ın bu agnostik tavrını fazla belirsiz bulur ve bu boşluğu kendi sezgisel çıkarımlarıyla doldurmak ister. Bu yüzden fenomen/numen ayrımını kabul ettikten sonra kendinde şeyin ne olduğu konusunda bir adım daha ileri giderek fenomenlerin ardındaki gerçekliğin irrasyonel bir “isteme” (wille) olduğunu söyler.
İsteme ve Tasarım Olarak Dünya
Schopenhauer, başyapıtı Die Welt als Wille und Vorstellung’da (İsteme ve Tasarım Olarak Dünya) bir ayrım yapar:
1️⃣ Tasarım (Vorstellung):
Dünya, bizim için tasarımdır — yani zihnimizde oluşan bir temsil, bir algıdır. (Kant etkisi!) Bu, dünyayı deneyimleyebilmemizin tek yoludur. Dışarıda, zihnimizden bağımsız bir gerçeklik olabilir ama biz onu yalnızca kendi zihinsel araçlarımızla, duyularımız ve kategorilerimizle, kavrarız.
Örneğin, bir ağacı gördüğümüzü düşünelim. Aslında “Bu bir ağaçtır.” yargısında bulunduğumuz şey, zihnimizin oluşturduğu bir görüntü değil midir? Bu görüntüler benim duyusal ve akli yetilerime göre oluşturulduysa bu görüntünün/tasarımın arkasında ağaç olarak adlandırdığım şeyin kendisi nedir? — Yanıt yok. (Teşekkürler Kant.)
2️⃣ İsteme (Wille):
Tasarımın arkasında yatan özsel gerçeklik, Schopenhauer’a göre istemedir. Bu kısım onun Kant’ın açtığı felsefeye özgün katkısı olarak görülebilir. Ona göre isteme, varlığın özüdür. Kör, irrasyonel, durdurulamaz bir enerji, var olma ve kendini sürdürme arzusu diyelim biz buna.
İnsan olarak bu istemeyi biz nasıl deneyimleriz? Açlık, susuzluk, aşk, hırs, tatminsizlik... Bu hislerin hepsi, istemenin tezahürleridir. Hiç durmaksızın bir şeyler arzu ederiz, tatmin olduğumuz anda başka bir arzu baş gösterir. Yani hayatımız istemenin sonsuz döngüsü içinde akar.
Özetle Kant için kendinde şey, bilinemez ve spekülatif alan iken Schopenhauer, bu alanı doldurmak için istemeyi ortaya koyar. Schopenhauer varoluşsal bir perspektifle, kendi iç deneyimini evrensel bir metafizik gerçekliğe dönüştürür. Peki ona bu ilham nereden gelmiştir? — Hindistan’dan.
Schopenhauer ve Asya Bilgeliği
Schopenhauer’ın Hinduizm ve Budizm’e olan ilgisi, 19. yüzyıl Avrupa’sında Doğu metinlerinin keşfi ve çevirileriyle doğrudan bağlantılıdır. Hindistan’dan getirilen metinler genellikle Fransızca veya Latince’ye çevrilmeye başlanır fakat henüz geniş bir felsefi tartışmaya yol açmamıştır. O dönem Schopenhauer, bu metinlere erişebilen ve onları ciddiyetle inceleyen az sayıdaki Avrupalı filozoftan biridir.
Hint düşüncesini Avrupa’ya taşıyan önemli bir çeviri, Anquetil-Duperron tarafından yapılan Oupnek’hat — bir nevi Upanişadların özetidir. Schopenhauer, bu eseri “dünya tarihindeki en yüce bilgelik kitabı” olarak tanımlar.
Schopenhauer ve Hint Felsefesindeki Paralellikler:
1️⃣ Maya Kavramı: Hinduizm’de "maya" (dünyanın bir yanılsama olduğu fikri), Schopenhauer’ın dünyayı bir "tasarım" olarak görmesiyle benzerlik taşır. Ona göre, insanlar dünyayı olduğu gibi değil; kendi zihinsel yapılarıyla oluşturdukları bir temsil olarak deneyimler. Duyusal gerçekliliğin, gerçekliğin kendisi olmaktan ziyade, zihnin bir tasarımı olduğu fikri, Hint felsefesinde monist ve düalist ekollerde ortak fikirlerden biridir. Bu fikir, Schopenhauer’ın takip ettiği Kantçı numen-fenomen ayrımına denk düşer.
“Çeşit çeşit nesneler sadece Brahman’ın tezahürleridir. Bilgi, nesnelere faaliyetlere ve ilişkilere ait bir şeydir, Hikmet ise Brahman’a ait bir şeydir… Yegane hikmek onunla birleşmektir.”
—Munduka Upanişad
“Ben’in atman, tanrı/brahman ile aynı varlık olduğunu bilerek anlamsız doktrinleri terkeden hakikate ulaşır.”
“Kişisel ben atman ile her şeyin özündeki geçmişin şimdinin ve geleceğin sahibi olan evrensel benin bir ve aynı varlık olduğunu bilen kişi hiçbir şeyden korkmaz.”
—Katya Upanişad
2️⃣ Nirvana ve Kurtuluş: Hint felsefesinde farklı okulların varlık anlayışlarında farklılık olsa da, hepsinin başlangıç noktasının ızdırap, acı ve ona dair çözüm arayışı olduğu gözlemlenebilir. Bireyin dünyevi acılardan nasıl kurtulabileceği üzerine çok zengin bir gelenek vardır. Bütün tutkularından kurtulmuş, zihnini ve duyularını arıtmış kişi, atmanın—yani kendi gerçek ben’inin ihtişamını görür ve bütün üzüntülerden kurtulur.
“Ey her şeyi aydınlatan Güneş (Atman)!
Ey her şeyi besleyen, her şeyi gören ve kontrol eden, bütün varlıklar için hayat kaynağı olan Varlık!
Işığını tut ki (Maya), lütfün ile, senin kutsal şeklini
görebileyim.
Çünkü o şeklin içindeki varlık Benim.”
Bu sebeple ızdırabın sona erdirilmesi yoluyla ulaşılan kurtuluş doktirini Hint felsefesinin odak noktasını oluşturur. Izdırabın sona ermesi, zihnin yanılsamalarından özgürleşmek ile sağlanır. Bu yüzden Hindu doktrinlerinde kurtuluş-özgürleşme, Batı’da süren Hıristiyan geleneği aksine bir değer sorunu değil; bilişsel bir farkındalık sorunudur. Bu çok acayip bir farklılık!
Konuyla ilgililerin şu metni okuması önerilir:
📚 Goodwin, W. F. (1955). Ethics and value in Indian philosophy. Philosophy east and west, 4(4), 321-344.
Bu fikir, Schopenhauer’ın istemeden özgürleşme arzusuyla birebir örtüşür. Ona göre kurtuluş, istemenin boyunduruğundan kurtulmakla mümkündür. Schopenhauer bu fikirleri kendi etik ve metafizik sistemiyle birleştirir.
Hayatın Kör Döngüsü
Schopenhauer, hayatın temel yapısını şu şekilde betimler: Arzu → Tatmin → Yeni Arzu → Hayal Kırıklığı → Arzu...
İstemek: Her şey bir arzu ile başlar. Yemek yemek isteriz, başarı isteriz, sevgi isteriz.
Tatmin: Arzu ettiğimiz şeyi elde ederiz… Ama bu çok kısa sürer.
Yeni Arzu: Bir başka arzu ortaya çıkar ve bu döngü sonsuza kadar devam eder.
Bu yüzden Schopenhauer’a göre mutluluk dediğimiz şey, aslında acıların geçici olarak durmasıdır. Mutlu hissettiğimiz anlar, istemenin yarattığı acının kısa bir süreliğine kaybolmasıdır. Bu yüzden mutluluğun yalnızca kısa molalardan ibaret olduğu söylenebilir.
Kurtuluş: İstemeden Nasıl Kaçarız?
Schopenhauer, insanın kurtuluşunun istemeden özgürleşmekle mümkün olduğunu ileri sürer. Peki bu nasıl olacak?
Sanat: Sanat, özellikle müzik, istemenin baskısından kısa bir süreliğine kaçmamızı sağlar. Bir esere derinlemesine daldığımızda, isteme ve arzularımızdan uzaklaşır, saf bir estetik deneyim yaşarız.
Ahlaki Şefkat: Başkalarının acılarını anlamak ve onlara yardım etmek, istemenin bencil doğasına bir karşı çıkıştır.
Asketizm: Nihai kurtuluş, istemeyi tamamen reddetmekten geçer. Bu, arzulara son vermeyi ve yaşamın dünyevi bağlarından uzaklaşmayı içerir.
Ama burada bir soru ortaya çıkar: Günlük hayatın telaşında, istemeden kaçmak mümkün mü? Hepimiz bir şekilde istemenin döngüsüne bağlıyken, gerçekten bu döngüyü kırabilir miyiz? — Tam olarak değil. O yüzden belki de hiç doğmasaydık daha iyi olabilirdi. :)
Yaşam Bilgeliği Üzerine Aforizmalar
Bu ay okuduğumuz kitap, Schopenhauer’ın teorik fikirlerini görünüşte bir yana bırakarak (ama tam da bırakmadan) gündelik hayattaki deneyimlerine odaklandığı bir metin olarak özetlenebilir. Schopenhauer, içine fırlatıldığımız bu dünyaya katlanabilmek için mutluluğun kaynağını üç temel alanda arar:
ne olduğumuz
neye sahip olduğumuz
ve kimlerle birlikte olduğumuz.
Fakat onun en çok üzerinde durduğu, kişinin kendi içinde bulduğu zenginliktir. Nitekim dışsal başarı veya mülk, mutluluk getirmekte oldukça sınırlıdır; gerçek tatmin, kişinin içsel dünyasından gelir.
“Mutluluk kolay değil; içimizde bulmak çok zor, başka yerde bulmaksa imkansız.”
—Chamfort, Aktaran Schopenhauer
Bu yüzden kitapta hazzın kaynaklarını üçe ayırarak aralarında bir hiyerarşi kurar:
Birinci türe girenler yeniden üretme kuvvetinin hazlarıdırlar: Yemekten, içmekten, sindirmekten, dinlenmekten ve uyumaktan alınan hazlardır.
İkincisi heyecanlanabilme hazlarıdır: Doğada gezintiye çıkmaktan, sıçramaktan, güreş tutmaktan, dans etmekten, eskrim yapmaktan, ata binmekten, her türden atletik oyunlardan olduğu gibi, ava çıkmaktan, hatta kavga etmekten ve savaşmaktan alınan hazlardır.
Üçüncüsü ise duyarlılık hazlarıdır: Seyretmekten, düşünmekten, duyumsamaktan, edebiyat, resim ve müzikle ilgilenmekten, öğrenmekten, okumaktan, buluş yapmaktan, felsefe ile uğraşmaktan vb. alınan hazlardır.
Hazzın sürekli yeniden ortaya çıkmasına dayanan mutluluğumuzun, onu belirleyen kuvvetin türü ne denli soyluysa, o denli büyük olacağını herkes anlayacaktır.
Dışsal olan her şey ben olmayandır, ben’in bize ben olmayandan çok daha yakın olduğu kesindir. O halde yalnızca içsel olan yani kişinin kendi iç zenginliğinden keyif alabilmesi eudamolonoji (mutluluk felsefesi) için yeterlidir. Bu da bizi şu sonuca götürüyor, en büyük zenginlik kişiliktir.
Akabinde Schopenhauer, insanların çoğunluğunu “ortalama” ya da “dar kafalı” olarak tanımlayarak, dünyevi hayatta olası bir mutluluğun ancak zihinsel gereksinimi olan insanların kendi kendileriyle geçirdikleri vakitte ortaya çıkabileceğini iddia eder. Bu bir nevi, sadece gelişmiş zihinlerin erişebileceği bir mutluluktur. Mutluluğun, ancak zihinsel gelişmişlikle kısmi olarak mümkün olabileceğini savunur.
“Aslında bizim pratik, gerçek yaşamımız, tutkular tarafından yönlendirilmediği sürece can sıkıcı ve yavandır; onu tutkular yönlendirdiğinde ise çok geçmeden acı vermeye başlar: Bu yüzden yalnızca, istençlerinin hizmeti için gereken ölçünün üstünde herhangi bir zekâ fazlalığına sahip olanlar mutludurlar.”
Böylesi uzun süreli “asil” bir hazza sahip olmanın zenginlere özgü bir lüks olduğu fikrine ise katılmaz. Nitekim ona göre, nasıl ki bir şeylerin eksikliği mutluluktan uzaklaştıran acıyı yaratıyorsa, bir şeylerin fazlalığı da (örneğin zamanın) yine mutluluktan uzaklaştırarak can sıkıntısını yaratır.
“Birinden uzaklaştıkça diğerine yaklaştığımızı ve bunun tersinin de geçerli olduğunu; böylece, yaşamımızın bu ikisi arasında gerçekten daha güçlü ya da daha zayıf bir salınım oluşturduğunu anımsatmakta yarar var.”
Bunu bir sayı doğrusu gibi düşünebiliriz: Mutluluk, yoksunluk olarak acı ve fazlalık olarak can sıkıntısının ortalarında bir yerlerde yer almalıdır. Bu orta yol fikri, Buda’nın öğretisine uygun düşer. Ne az ne çok…
“Bakıyorsun, zenginin biri bunalmış konağında oturmaktan, çıkmış;
gelgelelim hemen dönüyor geri, dışarıda da sıkılıyor çünkü.
Yazlığa gitmeye kalkıyor bu kez.
Atları öylesine kırbaçlıyor ki: Ama daha adımını atar atmaz eşikten,
başlıyor esnemeye, uykuya sığınarak, unutmayı deniyor ya da kente dönüyor geri.”
Kitapta bir şeyin eksikliğinden duyulan acı ile zamanın (ya da mülkün) fazlalığının yarattığı can sıkıntısı arasındaki ayrım, bence en etkileyici yerlerden biri. Mülk veya boş zaman gibi kaynaklar, Schopenhauer’un deyimi ile asil bir uğraşa adamadıktan sonra, mutluluğa katkı sağlamaz. Burada belirleyici şey olan kişilerin zihinsel gereksinimlere ihtiyaç duyup duymadığıdır.
Yoksulluk acı; bolluk ise can sıkıntısı yaratır. Fakat zamanın bolluğu olarak boş zaman, ancak cahillerin can sıkıntısıdır. Çünkü sıradan insanlar sadece zamanı geçirmeyi düşünürler; herhangi bir yeteneği olan kimse ise ondan yararlanmayı düşünür. Zihinsel gereksinimleri olmayan insanlar entelektüel uğraşlara sahip olsalar bile esasen dar kafalıdır.
Seneca'nın söylediği çok doğrudur: Aptallık kendi kendisinden bıkmaktan mustariptir.
Özetle, Schopenhauer’a göre, varoluşun kendisi ıstırap doludur ve bunun temel nedeni “isteme” dediği kör, irrasyonel, doyumsuz bir ilkenin evrene hükmetmesidir. Arzu → Tatmin → Yeni Arzu → Hayal Kırıklığı → Arzu... döngüsünden kaçamayız. Bu yüzden sürekli bir eksiklik ve yetersizlik hissi yaşarız. Bu döngüye katlanabilmenin, yine de bir değer yaratabilmenin yegane yolu ise kişinin kendi kendisiyle, kendi düşünceleriyle ve yapıtlarıyla rahatsız edilmeden ilgilenmesidir.
“Aristoteles'in Politika'da söylediği de bu konuya ilişkindir: Mutlu yaşam, kişinin yeteneklerini engellenmeden işleyebildiği yaşamdır.”
Schopenhauer’ın yaşam bilgeliği üzerine yazdıkları, modern dünyanın hızına, tüketim çılgınlığına ve "Her şeyi yapabilirsin! Daima iyi ve mutlu olmalısın!" baskısına karşı bir nevi panzehir gibidir. O, iyimserliği naif bir dünya görüşü olarak görür ve bu fikre de şiddetle karşı çıkar. Daha azla yetinmeyi, yalnızlığı sevmeyi ve insan ilişkilerindeki boş umutlardan uzak durmayı önerir. Ne kadar az hayaliniz olursa o kadar az acı çekersiniz. Bir açıdan elbette karamsardır ama bir yanıyla gerçekçi olduğu kesindir. Böylesi bir çile verici yaşantı tasviri dikkate alındığında hiç doğmasak daha iyi olabilirdi ama, eh maalesef, buradayız. Bir şeyler yapmak gerekir! :)
Üzerine konuşulacak hala o kadar çok şey var ki… Elimizin altında metafizik fikirleriyle öne çıkan bir filozof, bir Doğu bilgeliği kitabı ve tabii “yaşam” gibi çetrefilli bir konsept var. Dolayısıyla bu yazı, sadece genel bir tanıtım giriş niteliğinde görülmeli.
👉🏻 Gelecek pazartesi 27 Ocak Pazartesi günü 21:00’de online toplantıda tartışmalarımızla bağlamı biraz daha açarız. Sonrası malum… Şubat ve Mart aylarında Nietzsche’nin Zerdüşt’ü ile tanışacağız.
Yakında görüşmek üzere,
Dilara