Merhaba Sevgili Kulüp Üyeleri!
Kitap Kulübü’nde sizi de yazmak, sunum yapmak, önerilerde bulunmak konusunda teşvik etmek istiyorum. Bu yüzden şu sekmedeki ücretli üyelere özel sohbet odasında, konuya dair yazı yazmak isteyen üyelerin yazılarını bu bülteni takip eden 17 bin okuyucu ile paylaşabileceğimi söylemiştim. Bir yazı daha aldım. Şimdi başka yazarların kaleminden Zerdüşt’e yeniden bakmaya devam edelim.
Böyle Buyurdu Türkiye: Hak, Hukuk, Adalet!
✍️Yazar:
Nietzsche’nin Böyle Buyurdu Zerdüşt’te geçen “... kardeşlerim, yeryüzüne sadık kalın…” sözü, bu yazıyı yazma motivasyonumun temelini oluşturuyor. Zira, hakikat yalnızca düşüncelerde kalmamalı; eyleme dökülüp yaşama içkin hâle de gelmelidir.
Kişisel tarihimde ilk kez, bedenimi doğrudan işe koşabileceğim bir toplumsal mücadelenin dışında kalıyorum. Tam da bu yüzden, bir şeyler yapma isteğim daha da yakıcı hâle geliyor. Görüyorum ki, hakikat her yerde hakkının peşinde! Bu nedenle bu yazı, hem hakikate kendi sesimle bir yer açma hem de yeryüzüne olan sadakatimi kelimelerle sınama girişimidir. Haydi, rastgele!
Nietzsche ve Türkiye’nin Bugünü
Nietzsche, insanı bir “ip” olarak tanımlar—hayvan ile Üstinsan arasında gerili bir ipin cambazı. Bu ip, yalnızca bireylerin kendi dönüşüm yolculuğunu değil, toplumsal süreçlerin belirsiz ve riskli geçişlerini de simgeler. Bugün Türkiye’de yaşanan toplumsal ve siyasal kriz, tam da bu ip üzerinde yürüyen bir toplumun denge arayışına benziyor. Modern insanın değerler krizini, iktidarın doğasını ve hakikatin inşa sürecini sorgulayan Nietzsche’nin düşünceleri, Türkiye’nin bugününü anlamak için de güçlü bir zemin sunuyor. Bu imkândan hareketle, Türkiye Nietzscheci bir dönüşüme uğrayabilir mi? sorusunu özelinde yaratıcı bir dönüşümün olanaklarını arayacağım.
Hakikatin İnşası: Kimin Hakikati?
Hakikat kelimesi, tarih boyunca farklı anlamlara bürünmüş, farklı bağlamlarda yeniden şekillenmiştir. Bu nedenle, onu tek ve değişmez bir kavram olarak ele almak güç olsa da hakikat yolculuğuna Antik Yunan’daki anlamıyla başlamak isterim. Antik Yunan’da hakikat, alêtheia kelimesiyle ifade edilir. Francis E. Peters’ın Antik Yunan Felsefesi Terimler Sözlüğü’nde alêtheia; hakikat, doğruluk, meydana/açığa çıkma, gizliliğin ortadan kalkması, gerçeği söyleyen, doğru veya sahici konuşan birinin karakteri olarak tanımlanır (s, 32). Burada, hakikatin sıkça karşımıza çıkan tanımlarından farklı bir vurguyla karşılaşırız: Hakikat, karakter ve eylem ilişkisi! Bu, hakikat perdelendiğinde ve çarpıtıldığında doğruyu bilmenin yeterli olmadığını; o perdeyi aralayacak ve kendi hakikatinde ısrarcı olacak bireylere duyulan ihtiyacı gösterir. Dolayısıyla, bu tanım hakikatini, halkın adalet istenciyle ortaya koyduğu iradeyle bugün de sürdürüyor.
Antik Yunan’da hakikat, örtüsü kaldırıldığında kendini olduğu gibi gösteren evrensel bir gerçeklik olarak görülürken, Nietzsche hakikatin böyle bir öz taşıdığını reddeder. Ona göre hakikat, sabit ve mutlak değil, güç ilişkileri içinde şekillenen tarihsel bir inşadır. Dahası, insan hakikati nesnel bir şekilde kavrayamadığından onu belirli bir perspektiften görmeye yazgılıdır. Bu bağlamda, Nietzsche'nin hakikat anlayışı, günümüz Türkiye'sindeki iktidar ve muhalefet arasındaki güç ilişkilerini daha iyi anlamamıza olanak tanır.
Günümüz Türkiye’sinde hakikatin, iktidar ve muhalefet tarafından farklı perspektiflerle inşa edildiğine tanık oluyoruz. İktidar, medya ve devlet aygıtları aracılığıyla ekonomik kriz ve demokratik gerileme eleştirilerini bastırmak adına bir hakikat inşa ederken kendi meşruiyetini korumayı hedefliyor. Muhalefet ise artan hukuksuzluk, baskı ve çöküş vurgusuyla karşıt bir anlatı oluşturarak, mevcut düzenin çelişkilerini dile getirdiği bir mücadele veriyor. Bu iki perspektif, toplumu keskin bir kutuplaşmaya sürüklerken hakikati, adeta savaş alanına dönüştürüyor.
Peki, kimin hakikati? Hakikat tarihsel ve perpektifsel olarak güç ilişkileri içinde inşa edilen bir dinamik ise, hakikate hakkını nasıl teslim edeceğiz?
Nietzscheci bakış açısından hakikatin sabit ve evrensel bir özden yoksun olması, onun tamamen keyfi olduğu anlamına gelmez. Hakikate hakkını teslim etmek, onun nasıl üretildiğini, hangi güç ilişkileri içinde şekillendiğini ve kimlerin çıkarına hizmet ettiğini görmekten geçer. Bu, verili anlatıları sorgulamak, hakikatin kim tarafından nasıl kurulduğunu ve hangi toplumsal sonuçlara yol açtığını analiz etmek anlamına gelir. Dolayısıyla mesele, mutlak bir hakikat iddiasında bulunmak değil, hakikat söylemlerinin ardındaki güç ilişkilerini çözümleyerek, kendi hakikatimizi bilinçli bir yaratım süreci içinde inşa etmeyi gerektirir.
Zarlar Fırlatıldı: Türkiye’de Güç ve Batışın Olanakları
Nietzsche için zar atmak, hayatın belirsizliğini kabul etmek ama ona pasif biçimde boyun eğmek yerine iradeyle karşılık vermek anlamına gelir. Bu, insanın kendi yazgısını yaratma cesaretini ve güç istencini ortaya koymasını simgeler. Zarı eline almak iradenin ifadesi iken, zarların ne geleceği, istence bağlı olmaksızın, güç ilişkileri içinde açığa çıkan hakikatin inşasına işaret eder. Bu yanıyla, hakikati inşa eden güç ilişkileri bir oyuna benzer: Zarları atan kimdir; oyunu kim yönetir; sonucu kim belirler?
Görüyoruz ki Türkiye’de iktidar, zarları eline alarak oyunun kurallarını belirlemekle kalmıyor; kendi varlığını sürdürmek adına da kullanıyor. Gücünü kaybetme ihtimalini bir batış olarak gördüğünden, muhalefetin yükselişini engellemek adına çeşitli hamlelerde bulunuyor. Ancak bu oyunda iktidar, bir olasılığı atlamış görünüyor: Hayatın belirsizliğini simgeleyen zarların, halkın iradesiyle şekillenen güç istencine dönüşerek kendisine nasıl döneceği! Bu yüzden bugün hatırlamakta fayda var ki; tarih, gücüne sıkı sıkıya tutunan liderlerin çöküşünü hızlandıran pek çok hikayeye tanıklık etmiştir: Louis XVI'nın devrim karşısındaki direnci, Çavuşesku'nun halk ayaklanmasını bastırma çabası ve Hitler'in son ana kadar teslimiyeti reddetmesi, kelimenin gerçek anlamıyla kendi batışını istemenin örneklerden sadece birkaçıdır. Bugün, iktidarın Nietzscheci anlamıyla kendi batışını istemesi, ancak halkın taleplerini gözettiği kökten bir dönüşümle olanaklı görünüyor.
Muhalefet, sadece iktidarın batışını ve kendi iktidarını mı istiyor; yoksa halkın ve kendisinin hakikatini inşa etmek için yaratıcı bir irade mi ortaya koyuyor?
Gelinen noktada bu soruyu, muhalefetin ve halkın gösterdiği iradenin, hakikatin perspektife yazgılı doğası içinde nasıl şekilleneceğini anlamak adına kritik buluyorum. Halk, İmamoğlu'nun diplomasının iptali ile artan hukuksuzluklara karşı zarları eline aldı ve yalnızca seyirci olmadığını gösteren bir irade ortaya koydu. Siyasi partilere ve aktörlere bağlı kalmaksızın, “Hak, Hukuk, Adalet!” istenci ile sokakları bir mücadele alanına dönüştürdü. Koyduğu iradeyle, oyunun kurallarını değiştirme gücünün aslında kimin elinde olduğunu hem iktidara hem de muhalefete hatırlattı. Bu yanıyla, toplumsal iradeyi örgütlemek adına muhalefete büyük bir sorumluluk ve görev düşüyor. Bir yandan da muhalefet, Nietzscheci anlamda kendi batışını istemekle ilgili bir sınavdan geçecek. Nietzsche’ye göre kendi batışını istemek, yıkımın ötesinde yeni bir güç ve hakikat yaratma cesareti gerektirdiğinden, şu soruya verilecek cevap kritik bir role sahip olacak: Halk ve muhalefet, yalnızca batışı değil, yaratıcı bir dönüşümü olanaklı kılabilecek mi?
Yeniden Doğuşun Eşiğinde: Deve, Aslan, Çocuk
İktidar, halkın ekonomik kriz ve zayıflayan hukuk sistemi karşısında duyduğu rahatsızlıkları yıllardır kontrol altında tutmayı başarmıştı. Ancak, bugün durumun değiştiğine tanık oluyoruz. 19 Mart itibariyle halk, herkes için adalet istenciyle sokaklara döküldü ve sesini yükseltmeye başladı. Bu durum, Nietzsche’nin insan ruhunun üç aşamalı dönüşümünü ele aldığı Deve, Aslan ve Çocuk metaforları çerçevesinde, yalnızca bireysel değil, toplumsal dönüşümün izini sürmeye de imkân veriyor. Nietzsche’ye göre, insan önce Deve olur, mevcut düzeni kabul edip o yükü taşır; sonra Aslan olur, düzeni reddedip yıkmaya başlar; nihayetinde, yıkılan düzenin yerine yenisini yaratabilirse Çocuk olur. Peki, Türkiye hangi aşamada?: Hala yükünü taşıyan ve itaat eden bir Deve mi, yoksa, eski düzeni yıkmaya çalışan ancak yerine ne koyacağını bilmeyen bir Aslan mı? Aslanın yıkımı, Çocuk’a yaratıcı dönüşüm için olanak verebilecek mi?
Yeniden Doğuş: Yıkımdan Yaratıma Geçişin Olanakları
Türkiye, tarihsel olarak sürekli tekrar eden krizlerle yüzleşiyor. Osmanlı'dan Cumhuriyet'e, 1980 darbesinden günümüze kadar süregelen yapısal problemler, Deve'nin itaatkâr tutumu ile Aslan'ın yıkıcı arzusu arasında sıkışmış bir tarihe işaret ediyor. Tarihin, neredeyse aynının tekrarı olarak karşımıza çıktığı bu döngüde, Bengi Dönüş ve Amor Fati kavramlarının, mevcut döngüyü aşmak ve yaratıcı bir dönüşüm gerçekleştirmek için önemli olanaklar sunduğunu düşünüyorum.
Nietzsche'nin bengi dönüş kavramı, zamanın ve yaşamın sonsuz bir döngüde sürekli tekrar ettiğini ve her eylemin, her deneyimin sonsuz kez yeniden yaşandığını ifade eder. Ancak burada önemli olan, sonsuz bir döngüde sürekli tekrarlanan zamanın aslında aynının tekrarı olmadığıdır. Bengi dönüş, hem kişisel hem de toplumsal tarihimizle bilinçli bir şekilde yüzleşmeyi ve bu yüzleşmeden dönüşüm için olanaklar yaratmayı ifade eder. Bugün Türkiye’nin içinde bulunduğu durumun bir yıkım mı yoksa yeniden doğuşun olanağı mı olacağı, bengi dönüşü arzulayanlar tarafından da şekillenecek.
Peki, tarihimizle bilinçli bir şekilde yüzleşmek yeterli mi, yoksa onu sevmek de mi gerek?
Bugün hak, hukuk, adalet istenci ile iradesini ortaya koyan milyonlarca insan, hem iktidarın hem muhalefetin kendisine reva gördüğü kadere karşı duruyor. Bu durum, Nietzsche’nin ‘kaderini sev’ sözlerinin gerçek anlamını da ortaya koyuyor. Zira, Amor Fati, kaderin edilgin bir kabullenişi değil, onu bilinçli bir şekilde kucaklamayı gerektirir! Bu nedenle, kendi hakikatini inşa eden kişi, başına gelenleri bir trajedi olarak değil, dönüşüm için bir olanak olarak görmeli ve bu süreçte belirsizlikle yüzleşmenin sorumluluğunu da üstlenmelidir. İşte burada, zar atmak yeniden devreye girer: Bugün, sonucun ne olacağını kimse bilmiyor; ama herkes, zarları eline alarak kaderini şekillendirme gücüne sahip durumda. Ancak, şunu unutmamakta fayda görüyorum; bugün verilen mücadele, yarının tarihi olacak! Hem geçmişi hem geleceği nasıl şekillendirdiğiyle değer kazanacak. O gün geldiğinde tarihin hangi tarafında anılmak istediğimiz, kaderimizi hangi manada seveceğimizin de bir ölçüsü olacak.
Evet, bugün Türkiye yeniden doğuşa işaret eden bir çocuğa gebe, ancak doğum sancılı! Bu süreç birtakım riskler, belirsizlikler ve kaos içeriyor. Gelinen noktada, elbette, Türkiye'nin Nietzsche'ci bir dönüşüm geçirip geçiremeyeceğini bilmiyoruz. Ancak, hem özgün ve özgür hem de bir arada olabilmenin olanakları bence mümkün. Dilerim ki, herkes için hak, hukuk ve adaletin tecelli ettiği o güneşli günler gelir ve “amor fati” diye haykırarak hep birlikte dans ederiz.
Sevgilerimle, Azize.
Kaleminize sağlık @Azize hanım.